Sayfalar

3 Nisan 2011 Pazar

Hola España

Mayıs 2010’un son haftası, son dakika rezervasyonları ile Endülüs’e yola çıktığımda Madrid’de beni bekleyen kız kardeşim, bavulum –sırt çantası demek isterdim ama ne yazık ki bana yetmiyor-, elimde hostel rezervasyonları ve rehber kitaplar vardı. Onun dışında güvendiğim en önemli şey İspanyolca bilmemdi, gerisini orada bir şekilde hallederdik. Özgürce keşfetmenin keyfine varacağımız bir İspanya gezisinin bizi beklediğini biliyordum, ama aynı yerlere 4 ay sonra, sonbaharda, bu sefer anne babamıza eşlik etmek için tekrar gideceğimizi henüz bilmiyordum.

Plan şuydu: Madrid’e inilecek, otobüsle Sevilla’ya geçilecek; 2 gün Sevilla, 2 gün Granada, 2 gün Cordoba ve sonra tekrar kuzeye çıkıp Madrid’den dönülecek. İlk üç gün kardeşim Pınar’la, sonra tek başıma. Endülüs’e koşturmacasız, yavaş zamanlar yakışırdı.

Endülüs gezimle ilgili anlatacaklarım umarım oraları ziyaret etmek isteyenler için de küçük bir rehber görevi görür, keyifle okumanız dileğiyle...
Sevilla


711 yılında Tarık Bin Ziyad önderliğinde Kuzey Afrika’dan İspanya’ya geçen Müslümanlar, Endülüs adını verdikleri bu topraklarda, 800 yıl sürecek uzun bir hükümdarlığı başlatmışlar. 12. yy’da Sevilla ve Cordoba; 15. Yy’da (Hristiyan krallar Isabel ve Ferninand dönemi) Granada’nın düşmesine kadar, Müslüman Mağribi halkı İspanya’da hakimiyetini sürdürmüş; mimari ve süsleme sanatlarının yanı sıra matematik ve bilimde iz bırakmış. İslamiyet hakimiyetinin bitmesinin ardından bile Müslüman zanaatkarlar (Mudejar) ahşap, alçı ve taş işçiliklerini devam ettirmiş.  

Alcazar sarayı da işte bu Mudejar mimarisinin eşsiz bir örneği. Saraya girdiğinizde kendinizi bir Binbir Gece Masalı’nda hissediyorsunuz. Büyüleyici mimarisi, kocaman havuzları, avluları; geometrik mozaikleri, kaligrafik yazılarla bu sarayda hayat, 14. yy’ da donmuş gibi. Terracotta saksıların içindeki rengarenk çiçekleri, pencereleri saran begonvilleri, o sıcakta ilaç gibi gelen ağaç gölgelerini saymıyorum bile.

 Alcazar Sarayı

Sevilla’nın diğer bir mola noktası da Plaza de España’ydı… Yarım daire şeklindeki meydanda dev bir fıskiye, içinde kayıklarla gezinti yapılan yapay bir nehir, üzerinde köprüler, İspanya’nın her bölgesini temsil eden seramiklerle döşenmiş bölmeler bulunuyor.

Plaza de España’da mola vakti
Granada


Granada, Endülüs devletinin en önemli kenti ve en son düşen kalesi.  İslami motiflere bir Avrupa ülkesinde rastlamak gerçekten çok ilginç.  Arap mahalleleri, nargile salonları, teteria adı verilen kahvehaneleri ile Granada, Endülüs tarihinden hala küçük izleri taşıyor.
Granada’da teteria adı verilen nargile salonları
Şehrin ünlü sarayı Elhambra, Nasri Sultanları’nın döneminde yapılmış. Süslemeleriyle, ahşap, alçı ve seramik işçiliği ile bir mücevher gibi. Bundan başka bir de yazlık bir saray var ki -bahçeleriyle ünlü bu mekana Generalife (cennet bahçesi) deniyor- rengarenk güllerle, merdivenlerden akan sularla, fıskiyeli büyük havuzlar ve geniş avlularla olan bu bölüm yeryüzünde bir cenneti andırıyor.


Elhambra Sarayı
Granada’da bir akşamüzeri gezerken, bir baktım ki ihtişamlı büyük bir taş kapı, sanki Selçuklu kapısı gibi… Merak edip içeri girdim. Bir sahne kurulmuş ve bir DJ prova yapıyor. DJ’e sorunca akşam orada İspanyol dans ve müzikleri gösterisi olduğunu söyledi, davet etti. Akşam söylenen saatte oradaydım. Meğer gösteri Halk Eğitim Merkezi’nin kapanış gösterisiymiş. Seyircilerin içinde hiç turist yoktu. Dahası seyirciler, sahneye çıkanların aile fertlerinden oluşuyordu. Bir yaşlı amcanın yanına oturdum ve hayatımın en neşeli gösterilerinden birini o gece izledim. Sahneye atlayıp annesinin kucağına oturan çocuklar mı, devamlı laf atan amcalar mı dersiniz! Her şey, herkes o kadar rahattı ki. Yabancı olduğumu anlayınca çevremdekiler de benimle çok ilgilendiler, gururla sahnedeki yakınlarını gösterdiler. Granada’da insanların yüzü gülüyor, yolunuz düşerse buna özellikle dikkat edin. Şehirde görünür bir mutluluk var, bunu yerel rehber Carmen’e sorunca şöyle dedi: “Gülümsemek bedava. Hayatımızda ne olursa olsun, çevremize en azından bu bedava hediyeyi vermek isteriz”.
Granada’da tesadüfen keşfettiğim neşeli gösteri



Granada’da beni en çok etkileyen seslerden bir diğeri...


Cordoba


Şirin hostelime yerleşir yerleşmez kendimi şehre attım. Bir şehir bu kadar mı sevimli olur? Küçücük ama huzurlu, güneşli ve sakin.


Sakin Cordoba sokakları
Cordoba’da, dar sokaklarda her an farklı bir şey görüp şaşırıyorsunuz, evlerin önünden geçerken ferforje kapıların ardından avluları görüyorsunuz. Avlu, Endülüs’te çok önemli. O sıcağa meydan okuyan avlularda, saksıların içinde sardunyalar, gölge yapan sarmaşıklar, çevresi sırlı seramiklerle örülü süs havuzları, duvarlarda renkli seramikler var.

Cordoba’da çiçekli avlular

Cordoba’ya gidince neler görülür? Vaktiniz varsa Arap Banyoları ve Cordoba Alcazar Bahçeleri, ama en önemlisi tabii ki Mezquita. Kolon ve kemerlerle dolu uçsuz bucaksız bir orman gibi mekanın içi. Ferah bir sonsuzluk hissi veriyor. İçine konulan katedral ve daha karanlık olması için örülen duvarlar, mekânın orijinal yapısını, ışık düzenini bozmuş ama Mezquita hala bir şaheser. Serin, sessiz ve huzurlu bu mekânda, öğlenin en sıcak saatlerini atlatıyorum.


Cordoba_ Mezquita’nın etkileyici cephesi


Avrupa topraklarında hala yaşayan, korunan sanatıyla, şehir dokusu ve doğasıyla Endülüs gerçekten görülmesi gereken bir coğrafya… Yazımı burada bitirirken, Endülüs’ü sadece yazarak anlatmanın mümkün olmadığını eklemek isterim. Ancak beş duyuyla fark edilerek yaşanabilir Endülüs. Bir bahar ziyaret etmeniz dileğiyle…

0 yorum:

Yorum Gönder