Sayfalar

12 Nisan 2013 Cuma

Tiyatro: Leyla'nın Evi


 
Leyla’nın Evi
Uzun zamandır gitmek istiyor ama denk getiremiyordum. Kısmet İzmir’de izlemekmiş. Mezun olduğum İzmir Amerikan Lisesi’nin yenilenmiş tiyatro salonunda nostaljik bir anı oldu benim için. Lisede bir alt dönemimden Halim Ercan da başroller arasındaydı ve gazeteci Yusuf rolü ile çok başarılıydı.

Leyla’nın evi, asil bir İstanbul hanımefendisi olan Leyla Hanım’ın aile konağının bahçesinde yaşadığı küçük evinden, yalının sonradan görme yeni sahipleri tarafından kovulmasını anlatıyor. Zülfü Livaneli’nin aynı adlı romanından uyarlanmış. Leyla Hanım bir yandan güç sahiplerine karşı koyarken, bir yandan da kendini yeni ve alışkanlıklarından çok farklı bir yuvada buluyor. Genç gazeteci Yusuf, çok hürmet ettiği bu yaşlı hanımı, deli dolu “Alamancı” sevgilisine (Roxy) rağmen eve alıyor. Tabii kıyametler kopuyor. Leyla Hanım İstanbul’un arka sokak kültürünü istemeden öğrenirken, Almanya göçmeni asi Roxy de sevmeyi sevilmeyi ve asaleti keşfediyor. Roxy rolündeki Ayça Varlıer’i özellikle tebrik ediyorum. Müthiş bir enerji ve oyunculuk… Sahnede hoplayıp zıplaması, tam ayarında bir Alamancı şivesiyle konuşması, şarkı söylemesi, dans etmesi derken, oyunu alıp götürmüş. Müzikal kabiliyetiyle şaşırtıyor. Leyla Hanım rolündeki Celile Toyon da asaletiyle rolünün hakkını veriyor.

Tiyatro Kare'ye yeni oyunlarında da başarılar... Yolları açık olsun…

11 Nisan 2013 Perşembe

Büyüleyici bir gösteri : Bir Yaz Gecesi Rüyası


 
Midnight’s Summer Dream- Bir Yaz Gecesi Rüyası
28 Mart’ta İzmir Tiyatro Festivali kapsamında beni çok etkileyen bir oyuna gittim. Teatro Gioco del Vita adlı İtalyan bir grubun oynadığı eserin adı Midnight’s Summer Dream/ Bir Yaz Gecesi Rüyası. Konusunu sormayın, Atina’da geçen hikayede genel olarak iki çift var ama ilişkiler biraz karışık. O onu seviyor, öbürü bir başkasını derken, karşılıksız aşk, tutku ve ihaneti anlatan bir konusu var. Gösteri boyunca ortada bir konu anlatıcısı duruyor. Bazen yazılarla bazen şemalarla(!) bu aşk yumağını anlatıyor.

Ben ise size bu deneyimi kendi gözümle anlatmaya çalışacağım. Salona ilk girdiğimizde bile –ki 45 dakika önce filandı- sahnede, üstlerinde soluk t-shirt ve kaprilerle oyuncular duruyordu. Bunlar ne ara gidip giyinecekler derken saat geldi, tık yok. Seyirci “başlayın” diye alkışlıyor. Dansçılar sahnenin önüne geldiler, müzik başladı, sahne karardı vee kocaman bir beyaz perde indi önlerine. Ters ışık veren spotlar açıldı ve artık sadece birer silüet olan oyuncular perde arkasında kostümlerini giyip rollerine büründüler.

Yakınlık uzaklıkla dev ve cüce olan oyuncular, bazen sahnenin önünde bazen arkasında dans ettiler. Dolayısıyla gölge ve silüetler, algı oyunlarıyla çok değişik efektler oluşturdu.
 
 
 
 Sahneler değişirken eriyen geçişleri nasıl yaptılar, aklım ermedi, bir an bile gözlerimi ayıramadım. Kimi yerde kuklalarla, delikli metal toplarla, renkli katmanlarla, ışık ve uzaklık değişimleriyle; bazen siyah bazen rengarenk görüntüler elde ettiler.

Dans ve müzik de bu görselliğe eklenince sonuç tek kelimeyle muhteşemdi!!!

Kısa bir videosunu youtube’dan buldum. Tadımlık: http://www.youtube.com/watch?v=89mor1BBrks
Türkiye’ye mutlaka tekrar gelmeleri gerektiğini onlara da yazdım J Muadili varsa veya tekrar gelirlerse hangi şehirde olursa olsun izleyin, kaçırmayın!
 

Les Miserables-2012


Sefiller son dönemde izlediğim filmlerden en güzeli. Açıkçası sıkılabileceğimi düşünerek gitmiştim ama yanılmışım. Müzikal tarzında olması tüm filmi akıcı kılıyor ve zamanın farkına varmadan soluksuz izlemenizi sağlıyor. Hugh Jackman’e zaten hayranım ama yine hayran kaldım. Star oyuncular olmalarına karşın Anne Hathaway’in de Helena Bohem Carter’in de rolleri oldukça kısa.

Film, 19.yüzyıl Fransa’sında ekmek çaldığı için ağır hüküm alan Jean Valjean’ın cezası bittiğinde şartlı tahliyesinden kaçmasını konu alıyor. Hayatı boyunca hep kaçmak zorunda olacak Jean Valjean, fedakarlık ve iyiliğiyle kalplerimize taht kuruyor. Film ikinci yarıda bizi 1832 Fransa Temmuz İsyanına götürüyor ve müzikle etkisi artan bir sosyal kesit sunuyor.

Müziklerin hepsi güzel ama en çok aklımda kalan duygusal olanlarıydı: Fantine “I Dreamed a Dream” ve Cosette “Castle on a Cloud”. Eponine’in sesi çok güzeldi, meğer şarkıcıymış J

Hala görmediyseniz kaçırmayın derim…

Kelebeğin Rüyası


 
Bu aralar gittiğim filmlerin hepsi hüzünlüymüş onu fark ettim şimdi. İtiraf etmek gerekirse ben bu filmde hiç ağlamadım ama ağlayanları duydum. Konu derseniz, bana göre uzun zaman hatırda kalacak kadar çarpıcı değil,  ama bir dönemi yansıtması açısından bu ay izlediğim diğer iki film gibi bu da bir miktar belgesel niteliği taşıyor. Oyunculuklar harika, Mert Fırat mı Kıvanç Tatlıtuğ mu daha iyi karar veremiyorum. İkisi de mükemmeldi. Renkler, kostümler, dekorlar çok güzel ve filmin konusu hüzünlü de olsa karakterlerin mutluluğundan dolayı film rengarenk. Dönem filmlerine ilgi duyanlar kaçırmasın.